GIRL
- Gözde Dikmen
- 13 Şub 2021
- 3 dakikada okunur
(Dikkat spoiler/sürpriz bozan içerir.)
Prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yapan, FIPRESCI de dâhil olmak üzere dört ödülle birden dönen, Toronto ve Londra gibi önemli film festivallerine konuk olup pek çok ödüle kavuşan, Altın Küre adaylığının yanı sıra 31. Avrupa Film Ödülleri’nde Keşif Ödülü’nü kazanan ‘Girl’, Belçikalı yönetmen Lukas Dhont’un ilk uzun metrajlı filmi.
‘Girl’, Lara (Victor Polster) adlı bireyin, bir yandan balerin olma hayali ile zorlu çalışmasını, bir yandan da cinsiyet değiştirme, yani bir nevi içinde bulunduğu hapisten özgürlüğe gidiş sürecini kendine konu ediniyor. Dhont, senaryoyu, 18 yaşındayken okuduğu gazetedeki bir haberde balerin olmak isteyen ve yanlış bedende doğduğunu söyleyen bir gencin hikâyesinden yola çıkarak yazmış. Bu hazırlık aşamasında birçok trans bireyle ve onların aileleriyle görüşme gerçekleştirmiş, bir yandan da teknik kısımlar için doktor ve psikologlarla görüşmüş.

Ergenlik sürecini yaşayan, evdeki konumuyla çocukluk ve yetişkinlik arasında sıkışmış olan, aynı zamanda ona ait olmayan ve içinde doğmak zorunda kalmış olduğu erkek bedenine de hapsolmuş durumda olan Lara’nın, kendi iç çatışmaları filmin asıl gücünü oluşturuyor. Kendi türü filmlerdeki klişelerin çoğuna sahip değil ‘Girl’, toplum tarafından dışlanmıyor, aksine, başta ailesi olmak üzere, akrabalarının, öğretmenlerinin, doktorların desteğine sahip Lara. Olması gerektiği gibi diğer kişilerin kararlarına nasıl saygı duyuluyorsa - filmin bir iki sahnesi hariç (kızların Lara’nın cinsel organını görmek istedikleri ve küçük kardeşinin istediği olmayınca Lara’ya eski ismi Victor diye seslendiği sahne) - onun aldığı kararlara da o ölçüde saygı duyuluyor. Bu bağlamda yönetmen, filmi bu yönde inşa ederek toplumsal bir ders vermiş gibi görünüyor. Yine de günümüz toplumlarına bakıldığında ve bu toplumlarda trans bireylerin konumu göz önüne alındığında, seyirci açısından filmi izlerken bu inşa, olması gerekeni görmek açısından tatmin etse de, zaman zaman filmin gerçekliğinden kopuşa da neden olabiliyor.
Dhont, Lara’nın dünyasına temas etmede oldukça titiz çalışmış. Onun sahnelerinde, kamera close up yaparak, diğer öğrencilerin yüzlerini ve bedenlerini çevresinde belli belirsiz bırakıyor. Onun her hareketi, dönüşünde çıkardığı her rüzgâr beyaz perdeden çıkarak seyirciye temas ediyor. Aldığı hormonların vücuduna sabırsızca etki etmesini bekleyen, bu süreç uzadıkça ve istediği etkiyi göremedikçe boğulan Lara’nın, nefes alma yöntemi ise bale. Bu bir bakıma kendisiyle/ruhuyla özgürce bütünleşmesini sağlayan tek şey. Onun içinde bulunduğu durumun, geneldeki yerini daha net görebilmek bu ayrıntılarla mümkün oluyor. Tüm yaşadıkları, kendi akışı içinde, birkaç iniş çıkışa kadar oldukça stabil ilerliyor, ta ki filmin sonundaki dramatik dönüm noktasına kadar. Bu ilerleyiş seyirciyi olayların tanığı konumuna getiriyor.

Lara’nın - filmin sonu da dâhil – tüm olaylar karşısındaki tutumu, direnci ve gücü queer sinema için oldukça değerli. Öyle ki, acı çekse de, ayakları parçalansa da, düşse de tekrar ayağa kalkıyor, yılmıyor, hem dans kariyerini hem bedenini değiştirmede de emin adımlarla ilerliyor, kısacası olmak istediği doğrultuda yaşıyor.
İlk yönetmenlik tecrübesiyle çıtayı yukarda tutmayı başaran Lukas Dhont, hikayeyi ele alış biçimiyle, yarattığı atmosferle iyi bir işe imza attığı söylenebilir. Fakat başrol oyuncusunun bu duruma katkısı tartışılmaz. Yurtdışında birçok trans eleştirmen, Lara’yı ‘cisgender’ (doğduğun biyolojik cinsiyet (sex) ile sonradan inşa ettiğin toplumsal cinsiyet (gender) kimliğinin aynı olma durumu) birinin canlandırmasını oldukça eleştirerek, trans oyuncuların kendi oyunculuklarını perdede gösterme fırsatından mahrum edildiklerini söyleyerek duruma isyan ettiler. Pratik sürecin getirdiği bu durum (sonuçta hem 15-16 yaşlarında, hem trans, hem de üst düzey bale eğitimi olan birini bulmak oldukça zor olsa gerek) kaçınılmazdı. Sonuçta ilk oyunculuk deneyimiyle balet Victor Polster’in performansı ise olağanüstü. Baletlerin, balerinler gibi parmak ucunda dans etmemeleri yüzünden 3 aylık ekstra zorlu bir eğitimden geçen Polster’in, iki aylık çekim süresi boyunca, etrafındakiler tarafından kendisinin gerçekte kız mı yoksa erkek mi olduğuna yönelik tartışılması, performansının mükemmelliğini kanıtlar nitelikte. Bu başarısının karşılığını ise Cannes Film Festivali’nde ‘Belirli Bakış Bölümü’nde ‘En İyi Oyuncu’ ödülünün sahibi olarak aldı.
‘Girl’, heteronormatif yapıya dayalı sesler ve ötekileştirme yerine Lara’nın sesi olarak ona odaklanıp, onun mücadelesine tanıklık ediyor.
PSİKESİNEMA EYLÜL – EKİM 2019
*Bu yazı Gözde Dikmen tarafından yazılmıştır ve izin almadan kullanılmamasını rica ederiz.
Comentarios