ROMA
- Gözde Dikmen
- 13 Şub 2021
- 3 dakikada okunur
(Dikkat spoiler/sürpriz bozan içerir.)
Defalarca sinemaya uyarlanan Dickens şaheseri ‘Great Expectations (1998)’ın en tutkulu versiyonunu seyirciyle buluşturan, ‘Y Tu Mamá También (2001)’ ile iç ısıtan bir büyüme hikayesi anlatan, ‘Harry Potter and the Prisoner of Azkaban (2004)’ ile serinin en sevilen ve en karanlık filmini yapan, soluksuz izlenen ‘Children of Men (2006)’ ile distopyaya sağlam bir imza atan, ‘Gravity (2013)’ ile uzaya hiç adımını atmamış insanlara bu deneyimi yaşattıran Alfonso Cuarón, dinamikleri değişen filmografiye sahip olan bir yönetmen.
Cuarón, ayrı kaldığı yılların sonunda kendi ülkesi Meksika’ya geri dönüyor ve hem yazıp yönettiği, hem de görüntü yönetmenliğini üstlendiği ‘Roma’ filmi ile seyircinin karşısına çıkıyor. Kamerasını, kendi çocukluğunun da geçtiği, 70’li yıllarda zenginlerin oturduğu mahalle olan ve filme adını da veren Roma’ya çeviriyor.

Bir Netflix yapımı olan, Cannes Film Festivali’nin Netflix ile aralarındaki sorun nedeniyle son anda festival programından çıkarılan ‘Roma’, dünya prömiyerini yaptığı Venedik Film Festivali’nde ise ‘Altın Aslan’ın sahibi oldu.
Senaryosu Cuarón’un çocukluk anılarından izler taşısa da, çekip çıkardığı bu anıların evrenselliği oldukça çarpıcı. Kurguladığı bu dünyada, Cuarón, seyirciyi konumlandırdığı gibi bir gözlemci, asıl hikâye kadınların hikâyesi.
Film, Roma mahallesinde yaşayan bir ailenin hizmetçisi Cleo’nun (Yalitza Aparicio) gözünden, ailenin, mahallenin, şehrin ve ülkenin bir yılını gösteriyor. Cleo ve temsil ettiği sınıfın maruz kaldığı ikiyüzlülüğü ve bunun sokaklara yansımaları oldukça etkileyici kamera açılarıyla veriliyor. Bir diğer taraftan Cuarón, Cleo ve evin hanımı, dört çocuk annesi Sofía’nın (Marina de Tavira) yaşadıkları üzerinden, ayrı sınıflardan bu iki kadının dünyasındaki farklılıkları ve benzerlikleri göstermeyi de ihmal etmiyor.

Sofia, kendisini terk edip giden, para bile yollamayan eşinin arkasından çoğu zaman sinir krizleri yaşayan, haksız yere Cleo’ya bağıran, kontrolünü kaybedip çocuğuna vuran biri. Eşi gibi belirli sınırlar içinde yaşayan mükemmel görünen (her ikisinin araba park etme sahnesine dikkat) biri değil, olmaya da çalışmıyor zaten. Tüm zayıflıklarına rağmen, film ilerledikçe Sofia’daki güç daha çok hissediliyor, anneliğin ve kadınlığın gücü bu…
Aynı güç Cleo’da da var. O da her zaman doğru olanı yapmıyor, hayatını karmaşık hale getirebiliyor. Yaşadığı dünyanın birçok şeyini kabullenmiş bir kadın, devlet annesinin elinden toprağını aldığında bile bu duruma karşı diyebileceği bir şey yok. Ama buna rağmen Cleo çocuğunu emanet edebileceğiniz türde biri, yüzme bilmediği halde Sofia’nın çocuklarını kurtarmak için suya girebilecek kadar da korkusuz. Onlarca dövüşçü erkeğin yapamadığı hareketi, hiç zorlanmadan kusursuzca yaptığı sahne hikayenin ya da Cleo‘nun çözüm anahtarı gibi.
Filmdeki iki erkek ise, belirli duruma göre sevgi dolu güler yüzlü gösterilmelerine rağmen, aslında bencil, benmerkezci ve sorumsuzlar. Bunun yanında film erkek düşmanı bir filmde değil, Cuarón’un hayatının önemli evresinde birlikte olduğu kadınlara bir sevgi, minnet, saygı duruşu niteliğinde.

Her sahnenin arkasında, kadınlara, sınıfsal farklılıklara, Meksika tarihine bir söylem/gözlem var. Kameranın yerleştirildiği konum üzerinden bakılırsa, az sayıda bulunan close up/yakın çekimler olsa da yönetmenin karakterlere eşit mesafede yaklaştığı söylenebilir. ‘Roma’nın güzelliğinin en büyük nedenlerinden biri de kuşkusuz ki tercih ettiği anlatım yapısı. Yönetmen, uzun planları göstermeyi tercih ediyor, kesip başka bir plana geçtiği sahnelerde kameranın açısını değiştirse de, özellikle konuşma sahnelerinde karşı açı tekniğini kullanmıyor, konuşan kişilerin close up/ yakın çekimleri nadiren yapılıyor, çoğu zaman ses duyulsa da konuşan kişi sahnede görünmüyor. Merkezde hep Cleo var, kamera her zaman onu takip ediyor ve yönetmen çoğu zaman Cleo’nun gördükleri üzerinden uzan planlar gösteriyor.
Film boyunca Cuarón, her sahneyi aynı ton ve üslupla çekmiş, dramatik anların yoğunluğunu birbirinden ayırmıyor, bu yüzden tüm film belgeselmişçesine hayatın akışını hissettiriyor seyirciye.
İspanyolca çekilen, 1970’lerin Meksika’sında geçen ve siyah-beyaz olan ‘Roma’yı, “Beni yetiştiren kadınların samimi bir portresi” olarak adlandıran Cuarón, başta kadın olmaya, aile kavramına, sınıfsal farklılıklara, toplumsal olaylara, en önemlisi yaşama ve ölüme dair her şeye - kusursuz sayılabilecek teknikle - şiirsel bir bakış sunuyor.
PSİKESİNEMA OCAK – ŞUBAT 2019
*Bu yazı Gözde Dikmen tarafından yazılmıştır ve izin almadan kullanılmamasını rica ederiz.
Comentarios