top of page

EL CLUB (The Club)(Kulüp)

  • Yazarın fotoğrafı: Gözde Dikmen
    Gözde Dikmen
  • 5 Eyl 2020
  • 3 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 7 Eyl 2020

VE O, IŞIĞI KARANLIKTAN AYIRDI…

(Dikkat! Yazı spoiler/süpriz bozan içerir.)

Pablo Larrain, filmlerindeki eleştirel ve politik diliyle son dönem Şili sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri haline gelerek, dikkatleri üzerine çekmeye başardı. Pinochet Üçlemesiyle (Tony Manero-2008, Post Mortem-2010 ve No-2012) tanınan yönetmen, bu filmleriyle 1973 - 1990 yılları arasında Augusto Pinochet’in dikta rejimi sırasında Şili’nin durumunu gayet başarılı bir politik üslupla seyirciye aktarmıştı.

Dünya Prömiyerini 65.Berlin Film Festivali’nde yapan ve Jüri Büyük Ödülü’nü alan Şili yapımı El Clup (Kulüp) filminde yönetmen, Şili’nin yakın tarihinden uzaklaşıp, oklarının hedefine Katolik Kilisesi’ni koyarak, seyircinin karşısına orijinal ve rahatsız edici bir anlatımla çıkıyor. Pablo Larrain filmin yönetmeni olmasının yanısıra, Guillermo Calderon ile birlikte filmin seneryosunu yazmış. Başrollerinde Roberto Farias (Sandokan), Antonia Zegers (Rahibe Monica), Alfredo Castro (Peder Vidal), Alejandro Goic (Peder Ortega), Alejandro Sieveking (Peder Ramirez), Jaime Vadell (Peder Silva), Marcelo Alonso (Peder Garcia) yer alıyor.


KEFARET…

Şili’nin küçük bir sahil kasabasında, işledikleri çeşitli günahlar nedeniyle, kefaretlerini ödemek için bir evde kalmaya zorlanan ve kasabadaki diğer yaşayanlarla iletişimleri yasak olan, aslında bir nevi Eski Kilise’yi temsil eden dört pederin ve onlara bakmak için gönüllü olan bir rahibenin birkaç günlük hikayesini anlatıyor film.

El Club’ın (Kulüp) ilk birkaç dakikası sıradan geçiyor, ta ki Peder Lazcano’nun gelişine kadar. 12.dakikada Peder’i tanıyıp, takip eden Sandokan karakteriyle ve onun pederin suçlarını dile getirişiyle karşılaşıyor seyirci. Eskiden Peder Lazcano’nun cinsel tacize uğrattığı çocuklardan biri olan Sandokan yaşadıklarını dakikalarca o kadar sert ve gerçekçi bir dille anlatıyor ki, gerçekte olanlar gösterilse bu kadar etkileyici olamayacak bu sahne, seyircinin suratına tokat gibi çarparak, kanını donduruyor. Rezil olmaktan korkan ve Sandokan’ı kaçırması için diğer rahipler tarafından eline silah tutuşturulan Peder Lazcano, geçmişiyle yüzleşmeye dayanamayıp kendini yok ediyor.


Bu olaydan sonra, Peder’in intiharını soruşturmaya gönderdiği Yeni Kilise’yi temsil eden Peder Garcia’nın şahitliğinde, herkesin geçmişte bıraktığını düşündüğü şuçları önlerine serilirken, pederler için bu yüzleşme zorunluluğu Yeni Kilise karşısında bir varoluş mücadelesine dönüşüyor. İşledikleri suçların vicdani hesaplaşmasını yapmak için gönderildikleri evde, bununla uğraşmak yerine tazı yarışlarına katılıp bundan para kazanmaları, eğlenceleri, ardından Peder Garcia’nın varlığıyla yok olan huzurları, bir noktada iyilik kötülük mücadelesine dönüyor.


ADALET…

Peder Garcia’nın herkesin geçmişini önüne sermesiyle kilise içi bir hesaplaşma beklentisi oluşurken, bu yüzleşme Sandokan’ın varlığı üzerinden kilisenin itibarına dokunduğu an riyakarlığa dönüşüyor. Tek kuralın adaletin yerine gelmesinden daha çok kilisenin imajının yerinde kalması olduğu, ard arda bir çok sahneyle seyirciye sunuluyor.


Filmde Katolik Kilisesi’ne ve aslında genel olarak dine yöneltilen en vurucu sahne, şüphesiz ki, film boyunca belki de en iyi karakterlerden biri olarak sunulan Rahibe Monica ve Peder Garcia’nın kilisenin itibarını korumak için, köpeklerin katledilmesine ve suçu Sandokan’a atmasına dayanan planı. Bu sahneler seyirciyi ezip geçiyor, rahibenin elleriyle kendi köpeklerini soğukkanlılıkla boğmasıyla kimin iyi, kimin kötü olduğu karışmaya başlıyor. “İyi”nin ışığının ve “Kötü”nün karanlığının arasındaki çizginin ne kadar zayıf ve neredeyse iki tarafın birbirine iç içe geçmiş olduğunu, bu olay sonunda yönetmen, seyirciye gösterdiği muazzam gökyüzü sahnesiyle belirtiyor.

Filmin sonuna doğru, günahlarından, yediği dayak ve üstüne atılan iftira ile arındırılan(!) Sandokan, Peder Garcia tarafından sırtında taşınarak, evi kapatmama karşılığında pederlerin yanına yerleştiriliyor. Bu her iki taraf içinde neredeyse psikolojik bir sözleşmeye dönüşüyor.

YARATILIŞ…

Karanlık zemin üzerinde beyaz harflerle, Yaratılış’ın (Genesis) birinci bölüm, dördüncü ayetinde yazan “Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı” cümlesiyle başlayan film; hem hikayenin akışı ile hem de ışığın kullanımı açısından büyük bir paralellik göstererek filmi orjinalliğe ulaştırıyor. Alışılagelmiş pozlama ve ışık kurallarını bilinçli olarak reddeden yönetmen; dış mekanda düşük kontrast kullanıyor ve iç mekanda ışığın içeriye göre yapılmasını tersine çeviriyor. İç mekanlar, dış mekandan gelen ışıkla aydınlanıyor ve bu yüzden çoğu kez karakterler karanlıkta kalıyor.Rahipleri ve yaşadıkları evi karanlığa hapsetmesiyle bilinçli olarak oluşturulan buğulu, mavi tonların hakim olduğu soğuk atmosfer, günahkarlık durumunu vurgularken, bir yandan da kiliseyi işaret ediyor. Yönetmen, karanlığın yanı sıra kullandığı doğal ışıkla da seyirciye “İyiliğin” varlığının her yerde olduğunu da söylemeyi ihmal etmiyor.

Filmdeki her karakter, rolün hakkını verircesine hem bir aziz, hem bir günahkar olarak görünebiliyor. Bu iki zıt durum ve bu iki durumun arasındaki geçişler, oyuncular tarafından çok başarılı bir şekilde veriliyor.


Kilise için en büyük meselenin ne olursa olsun varlığını devam ettirebilmek olduğunun ve bu uğurda masumların feda edilebileceğinin vurgusunu yapan yönetmen, aynı zamanda kötülük ve iyilik arasındaki çizginin aşılamaz olmadığını seyirciye sert bir dille sunuyor. El Club (Kulüp), tüm bu unsurlar göz önüne alındığında üslubu yüzünden izlenmesi zor ama orijinal bir yapıya dönüşüyor.


PSİKESİNEMA MART – NİSAN 2016


*Bu yazı Gözde Dikmen tarafından yazılmıştır ve izin almadan kullanılmamasını rica ederiz..

Commentaires


© 2020 by Yalın Sinema

bottom of page