top of page

HIGH LIFE

  • Yazarın fotoğrafı: Gözde Dikmen
    Gözde Dikmen
  • 13 Şub 2021
  • 3 dakikada okunur

(Dikkat spoiler/sürpriz bozan içerir.)

Kendi kuşağı sinemacılardan yaklaşık yirmi yıl kadar daha geç film yapmaya başlayan Fransız yönetmen Claire Denis, 14 yaşına kadar Afrika’da Fransız Sömürgesi olan yerlerde büyümesinin de etkisiyle, filmlerini daha çok sömürgecilik dönemi ve sonrasında yaşanan yabancılaşma üzerine kurmasına rağmen, farklı alanlara da girmekten çekinmedi.


Dünya prömiyerini Toronto Film Festivali’nde yapan, Denis’in ilk İngilizce filmi olma özelliğini taşıyan (bu tercihi uzayda İngilizce ve Rusça konuşulmasını daha doğal bulması olarak açıklıyor), temelleri 2002 yılında atılan ‘High Life’, yönetmenin filmografisi içinde farklı bir yere konumlanarak, uzayın derinliklerinde meditatif denilebilecek bir yolculuk sunuyor seyirciye.


Bazılarının anlatım dilini karmaşık bulup beğenmeyip bir kenara ittiği, bazılarının ise aynı nedenle başyapıt ilan ettiği ‘High Life’, uzay ve bilim kısımlarını mümkün olduğunca bir kenara iterek daha çok ‘Varlık/ Varoluş’ meselesiyle ilgileniyor.

Film, başlangıçta uzay gemisindeki bir adam (Monte - Robert Pattinson) ve bir bebek üzerinden ilerliyor. Adam, bebeği günlük rutinlerle bakıyor, onunla konuşuyor, ona bir şeyler öğretiyor. Bu aşamada, ne adamın kim olduğuna, ne de bu adamın bir bebekle uzay gemisinde ne aradığına dair bir ipucu verilmiyor. Bilgi hikâyenin bir bölümünden sonra ara ara geriye dönüş ve ileriye gidişlerle aktarılıyor. Filmin devamında anlatıcı konumuna geçen Monte’nin olayları hatırlama biçimi, anlatının akışına da yön veriyor. Bu anlatım biçimiyle yönetmen, zaman algısını büküyor.


Filmin uzay gemisi tasviri de türün aşina olunan tasvirlerinden oldukça uzak. Hiper teknoloji ile donatılmış, fazlaca aydınlık, steril, fütüristtik, sanat eseri gibi uzay gemisi yerine, eski bilgisayar teknolojisini andıran, köhne, bataryamsı görüntüsüyle dikdörtgenler prizması çıkıyor seyircinin karşısına. Gemideki monitörlerden verilen dünya ile ilgili görüntüler, 80’lerdeki videokasetlerin deforme olmuş hallerini andırıyor. Geminin köhneliği ve görüntülerin deformasyonu aslında ‘High Life’ın genel yapısına bir çatı oluşturuyor, çünkü bu uzay gemisi içinde, yine türün aşına olunan ulvi amaçla uzaya gönderilmiş özel eğitimli astronotları değil, sistemin çoktan vazgeçtiği ve birer kobay olarak kullandığı suçluları barındırıyor. Genellikle büyük kahramanlıkların yaşanmasına, anlatılmasına alışkın olunan bu mekân, böyle bir anlatım yerine içindeki suçlularla geri dönüşü olmayan bir hapishaneye bürünüyor. Bu halleriyle ‘High Life’, daha başlangıcından itibaren, izleyicinin elinden umut olgusunu alarak, yerine basık, sınırlı ve umutsuz bir atmosfer koyuyor.

Dünyada hapishanelerde gereksiz bir kalabalık yaratacaklarına, uzayın sonsuzluğuna ve hiçliğine gönderilen suçluların görevlerinden biri ‘Kara Deliği’ fotoğraflamak. Diğer görevleri ise, uzayda üreme deneyinin bir parçası olmaları. Gemideki kadın ve erkekler fiziksel temas kurmadan, üreme ve cinsellik üzerine takıntısı olan Dr.Dibs’in (Juliette Binoche) önderliğinde yeniden yaşam yaratmaya çalışıyorlar, fakat gemideki yüksek orandaki radyasyon yüzünden pek de mümkün olmuyor. Geri dönüşü olmayan hiçliğe giden bu yolda yeni bir hayat başlatmak, içinde bulundukları koşullar altında mantıksız görünse de oldukça insani bir içgüdü olarak tanımlanabilir.


Tüm bunların içinde Claire Denis, cinsellikten enseste uzanan, tabuları ve mahremiyeti de tartışmaktan çekinmiyor. Tartıştığı cinsellik, zihinsel arzulardan ve sıvı değiş tokuşundan ibaret. Filmde bu yüzden bir seks sahnesi yerine, mastürbasyonu ve cinsel organ yerine vücut sıvısını göstermeyi tercih etmiş. Bunun yanında, yönetmen köhne gemiyi, bir tür mabede de dönüştürüyor. Monte’nin sperm vermeyi reddetmesi, kararlı ve sakin duruşu özellikle Dibs için tohum açısından onu bir cazibe merkezi haline getiriyor. Monte’nin isteği dışında alınan tohumun, cinsel birleşme olmaksızın rahme düşmesi, çocuğun tüm olumsuz koşullara direnerek hayatta kalması, onu kutsallaştırarak Hristiyan mitolojisine dokunuyor. Monte’ye tanrısal güç atfedilirken, bebek yani Willow bir mucize, Dibs ise tüm bunları ayarlayan şeytan olarak görülebilir ve bu bağlamda hayatta kalanların sadece Monte ve Willow’un olması, onları ‘Adem ile Havva’ konumuna sürüklüyor.

Tamamen suçlulardan oluşan bir gemide, birbirlerinden başka kimsenin olmadığı ve doğal yaşam alanlarından yani Dünya’dan her saniye biraz daha uzaklaştıkları, hiçliğin daha da içine, bilinmeyene doğru gitmek durumu, karakterleri yaşamak için anlam aradığı bir sürece sokuyor. Sartre, ‘Varoluş’u, günlük yaşantımızdan kaynaklanan sabit kabullenişlerimizden ve her türlü ön yargıdan sıyrılmış olarak anlayabilmektir, der. Film bu bağlamda Sartre felsefesini gemideki herkes üzerinden verse de, en çok hayatta kalan adam ve bebek üzerine yoğunlaşıyor; kara deliğe uzanan yolculukta/ hiçlikte, diğerlerinin öldüğü köhnemiş uzay gemisindeki hayatta kalan bu iki canlıdan ‘yaşamak/ var olmak’ olgusu tüm açıklığıyla ortaya çıkıyor.


Gemideki suçlular/ insanlar; modernizmin/ toplumun, onları “insan” yapan her şeyin uzağında, kapalı bir mekânda insanlıklarıyla yüzleşiyorlar. Korku, vahşet ve sevgi gibi duyguların ışığında olay döngüsü kuran Denis, bu döngünün nereye vardığına dair bir söz söylemek yerine, insanın yarattığı bu döngüde, kara deliğe doğru çekilen kayboluşunu takip ediyor. Bunun yanında film, uzay atmosferini, hiçlik duygusunu, adeta bir hapishane ortamı olan geminin verdiği klostrofobi hissini yansıtmada oldukça başarılı.


İnsan doğası üzerinden farklı okumalara açık, çok katmanlı yapısıyla oldukça başarılı olan ‘High Life’, geleneksel linear/çizgisel ve günümüz bilim-kurgu anlatımından oldukça uzak, sessizlikten/ hareketsizlikten, ses/ hareket üretebilen tavrıyla, Hollywood sinemasının hareketini seven izleyici kesimi için oldukça yorucu bir anlatıma da sahip.


PSİKESİNEMA TEMMUZ – AĞUSTOS 2019


*Bu yazı Gözde Dikmen tarafından yazılmıştır ve izin almadan kullanılmamasını rica ederiz.

Comentários


© 2020 by Yalın Sinema

bottom of page