LADY BİRD
- Gözde Dikmen
- 22 Eyl 2020
- 3 dakikada okunur
(Dikkat spoiler/sürpriz bozan içerir.)
Kariyerinin ilk dönemlerinde yönetmen, oyuncu, senarist Joe Swanberg ile işbirliği içindeydi Greta Gerwig. 2000’li yılların başlarında bir grup bağımsız sinemacı yarattığı ‘Mumblecore’ adıyla anılan filmlerle ortaya çıkmıştı. Bu bağımsız sinemacılardan biri Swanberg’ti. Düşük bütçeli, bol bol doğaçlamalı, diyalogların öne çıktığı, belli bir özgürlüğe sahip bu filmlerin içinde oyunculuktan, ortak yönetmenliğe kadar aldığı bir çok deneyimin ardından Gerwig, 2010 yılında ‘Greenberg’ filminde rol aldı ve bu sefer Noah Baumbach ile ortak yaratıcı sürecin içine girdi.
Grete Gerwig, film yapma sürecinin hemen hemen tüm aşamalarında bulunmuş, okullu değil alaylı bir ‘yönetmen’. ‘Lady Bird’, Gerwig’in hem yazar hem de yönetmen olarak sorumluluğu tek başına aldığı, tüm filmcilik hayatında öğrendiği her şeyi sunduğu, adeta kendisinin mezuniyet filmi. Bu filme, Altın Küre’de En İyi Film dalında ödül almakla kalmayıp, bir çok festivalde bir çok adaylık kazanırken, Oscar tarihi boyunca En İyi Yönetmen dalında Oscar’a aday olan beşinci kadın olmayı da başardı.

‘Lady Bird’, otobiyografik özellik taşıyan, bir büyüme ve bu büyüme süreci içinde yavru kuşun, anneden – yuvasından – kopuş filmi. 2000’lerin başında Sacramento da yaşayan Chritstine ‘Lady Bird’ McPherson’nın (Saoirse Ronan) varoluşsal çaba içinde olduğu, Katolik Kilisesi Okulu’ndaki son bir yılını anlatıyor. Ailesinin kendisine verdiği isim yerine ‘Lady Bird’ ismini kullanmaktaki ısrarı ile büyük bir kimlik bunalımı içinde olduğunu yansıtan Christine, farklı kimlikleri taşımayı denediği, yer yer tökezleyip yer yer mutluluktan havalara uçtuğu, bazen kendine aşırı güvenli, bazen güvensiz bir şekilde yürüdüğü bu yolda, en büyük çatışmasını annesiyle (Laurie Metcalf) yaşıyor. Christine, kendi varoluşunu tamamlayabilmek için annesiyle arasına mesafe koyması gerektiğine inanırken, annesi yaptığı tüm fedakarlıklar karşısında kızından beklediği, hakkettiğini düşündüğü değeri görmediğine inanıyor.
Christine ‘Lady Bird’, kimlik bunalımının içinde, düşündüğünü söyleyen, kuralları önemsemeyen, hayalleri gerçeklerden daha çok seven ve bu hayalleri gerçekleştirmek için mücadele veren bir karakter. Hem zengin hem de karmaşık iç dünyasının yansıması niteliğindeki odası, rengarenk, yazılarla, çizimlerle dolu, yaşadığı her anın izlerini taşıyor. Bu kendine özgünlük -bir nevi dışavurum- durumu, giyiminden saçına, konuşmasına kadar her şeye yansıyor ve tabi toplum (arkadaşları) tarafından da çoğu zaman tuhaf bulunuyor. Ama zaten o, toplum tarafından kabul görmek değil, kendini yaratmak ve bu yaratımı kabul etmek istiyor. Aslında bu yönleriyle Christine ‘Lady Bird’, Gerwig’in bugüne kadar canlandırdığı karakterle yakın bir akrabalık içinde.

Büyüdüğü yerin sürekli sıkıcılığından, okuldaki bir çok arkadaşına göre daha sıradan ve maddi zorluk çeken bir aile içinde olmasından yakınan Christine ‘Lady Bird’, sanatla ve kültürle iç içe olacağı New York’a taşınmak istiyor. Ancak evden uzaklaştığında, o sıkıcı bulduğu yerin, küçümsediği ailesinin ve arkadaşlarının kendi kişiliğini oluşturmadaki katkısını görüyor. Köklerinin ne kadar önemli olduğunu ve aslında bu kökleri sevmenin kendisini de sevmek olduğunu fark ediyor.
Gerwig filmde, gençlik sancılarının altını kalın çizgilerle çizmemeye özen gösteriyor, çoğu gençlik filminin içine düştüğü bu sancılı durumu ajitasyona dönüştürmenin yanına bile yaklaşmıyor, en umutsuz anda bile filmin ritmi içinde nefes alınacak yer bırakıyor.
‘Lady Bird’ üslubuyla, Christine’nin iyi çocuğa aşık olmaktan, kötü çocuğa aşık olmaya, aşık olduğu kişinin cinsel kimlik karmaşasına karşı duyduğu hayal kırıklığına, en iyi arkadaşını kaybedip sonra onu bulmaya, büyüdüğü şehir ve ailesinden utanmaktan, onları kucaklamaya, yani temelde kim olacağına karar vermeye çalışırken negatif kutuplara savrulduğunda, onun bu dönüşümlerini sorgulatmaya izin vermiyor. Çünkü üslup olarak pembelikten ve ajitasyondan uzak duran film, aslında cinsiyet fark etmeksizin her bireyin yaşadığı veya benzerlerini tattığı durumları, geçtiği yolları, 80’li yılların gençlik filmlerinin aksine gerçekçiliğin içinde kalarak, biraz da muzipçe işliyor.
Greta Gerwig, karakterin bir çok önemli olayla kaplı bir senesini, en baştan itibaren belli bir tempoyu koruyarak, seyircide asla duyusal bir kopukluğa izin vermeden, basit görünen ama oldukça zor olan ikna edici bir sadelikte anlatıyor. Her yaşanan olayı aynı titizlikte ele alıyor, hiçbirini kayırmıyor, hiçbirinin üzerinde çok fazla durmuyor. Akıp gidiyor olaylar ve bu inişi çıkışı olmayan anlatım, filmdeki zamanın geçişi üzerinden seyircide ilginç bir deneyim oluşmasına neden oluyor. Film, zamanın çok hızlı aktığı ve büyüme/yaşam denen şeyin bir anda oluveren bir şey olduğunu, anın öneminin farkına varılmayıp, an akıp gittiğinde ve geçmiş olduğunda asıl değerinin anlaşıldığını tüm açıklığıyla veriyor.

Christine ‘Lady Bird’ rolündeki Saoirse Ronan, Greta Gerwig’in yansıması olarak oldukça başarılı bir iş çıkarıyor. Ronan, başından her ne geçerse geçsin, dimdik ve kararlılıkla yürüyen bu genç kadını, yönetmenin oynadığı tüm karakterlere has ama aynı zamanda kendine özgün, soğukkanlı bir duygusallıkla canlandırıyor.
Lady Bird, belki hiç bilinmedik, büyük bir hikaye anlatmıyor, şaşkına çeviren söylemleri yok ama minimalist tavrı, naif anlatımıyla, özellikle 1980 – 90 tarihleri arasında doğanların kendinden çok fazla şey bulabileceği ilgiyi hakkeden bir yapım.
PSİKESİNEMA MAYIS – HAZİRAN 2018
*Bu yazı Gözde Dikmen tarafından yazılmıştır ve izin almadan kullanılmamasını rica ederiz.
Comments