top of page

Mudbound

  • Yazarın fotoğrafı: Gözde Dikmen
    Gözde Dikmen
  • 19 Nis 2022
  • 3 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 17 Eki 2022

“Bir hayalim var: Gün gelecek, adaletsizliğin ve eziyetin sıcağıyla bunalıp çölleşmiş olan Missisippi Eyaleti bile, bir özgürlük ve adalet vahasına dönüşecek.” Martin Luther King – 1963

ree

1977 doğumlu Afro-Amerika kökenli senaryo yazarı ve yönetmen Dee Rees, bir süre yönetmen Spike Lee’nin filmlerinde stajyer olarak çalıştıktan sonra, 2011 yılında çektiği, otobiyografik özellikler taşıyan, ilk uzun metrajlı filmi ‘Pariah’ ile birçok festivale katılmış ve adını duyurmaya başlamıştı. İkinci uzun metrajlı filmini HBO’ya çeken Rees, prömiyerini ‘Sundance Film Festivali’nde yaptığı, üçüncü uzun metrajlı filmi ‘Mudbound – Savaştan Sonra’ ile kısa kariyeri içinde önemli bir yere çıktı.


Hillary Jordan’ın 2008 tarihli, Amerika’da çok ses getiren, aynı adlı romanından uyarlanan ‘Mudbound’, Missippi Eyaleti’nin çamurlu düzlüklerinde geçen bir dönem filmi. II.Dünya Savaşı sırasında başlayan ve hemen sonrasında devam eden film, savaşın ırk ayrımı gözetmeksizin insanlar üzerindeki etkisini, aynı topraklar üzerinde yaşayan, biri arazi sahibi olan beyaz aile ile diğeri kiracı olan siyah aile arasındaki gergin ilişkiyle harmanlıyor.


‘Orada bir kahramandım. İnsanlar sokaklarda bizi coşkuyla selamlayıp, çiçekler atıyorlardı. Burada ise sadece saban süren bir zenciyim.’ Ronsel

ree

Köleliğin kaldırılmasının üzerinden zaman geçmesine rağmen, Missisippi’de siyahların özgürlüğü sadece kağıt üzerindedir. Otobüslerde arkada ayrı bir bölümde oturmakta, dükkanlara arka kapıdan girip çıkmak zorundadırlar. Beyazlarla herhangi bir yakınlaşmanın cezası olmakta, bu cezayı da hukuk değil tabi ki ‘Klu Klux Klan’ vermektedir.


Memphis’teki üst sınıf yaşam tarzını bırakıp, Missisippi kırsalında bir çiftlik satın alıp yerleşen McAllan ailesi, aşina olmadıkları bu hayatın zorluklarıyla yüzleşir. Yüzyıllardan beri çiftlikte çalışan Jackson ailesi, yeni kazandıkları hakları anlamaya çalışırken ve toprak sahibi olmanın getirdiği heyecana rağmen, hala süregelen ırkçı yargılarla mücadele etmektedir.


İki ailenin belki de tek ortak yanları, birer aile üyelerinin savaşta olmasıdır. McAllan’larda Henry’nin (Jason Clarke) kardeşi Jamie (Garrett Hedlund), Jackson’larda ise ailenin oğullarından biri olan Ronsel (Jason Mitchell) ayrı cephelerde Amerika için savaşmaktadır. Her iki karakterde gittiklerinden daha farklı olarak geri dönerler. Savaşta yakın arkadaşlarını kaybeden Jamie, acılarını unutmak adına kendini içkiye vermiş, Ronsel ise Avrupa’da, kendi derisi yüzünden yargılanmamanın ne demek olduğunu görmüş, beyaz bir kadınla da ilişkisi olmuştur. Geri döndüğünde ise bu kültür çatışmasını daha derinden hisseder ve kendi deyimiyle ‘Orada bir kahramandım. İnsanlar sokaklarda bizi coşkuyla selamlayıp, çiçekler atıyorlardı. Burada ise sadece saban süren bir zenciyim.’ der. Bu iki yaralı ruh, kendi yaşadıkları yerdeki ırkçılığa rağmen sıra dışı bir dostluk kurarlar. Ancak bu dostluk, ikisi için de büyük fedakarlıkları da beraberinde getirir.


Destansı ve Şiirsel Yön…


Filmde, yaşanılan yerde, beyazlar - şiddet sınırı farklı bile olsa - siyahları aşağılama eğilimindeyken, Laura (Carey Mulligan) ve Jamie karakterleri, siyahlarla iletişime girmekten çekinmeyen ve zamanla ilerleyen bu iletişim sonucu ise kendilerine öğretilen ırkçılığı/düşmanlığı kırabilen karakterler. Bu bağlamda film kötülerin temsilini sunarken, aynı zamanda öğretilen ne olursa olsun, yaşanılanlarla bu öğretilenin yok edilebileceğini de gösteriyor.

ree

Hillary Jordan, romanda hikayeyi birinci tekil kişinin ağzından aktarır ama bu aktarma bir karakter üzerinden değil altı karakter üzerinden değişe değişe ilerler. Yönetmen bu anlatımın güçlü olduğunu düşünerek, başarılı bir şekilde, arada her karakteri anlatıcı olarak kullanıyor. Bu durum, hikayeye destansı ve şiirsel bir yön katarak, filmin en güçlü yanlarından birini oluşturuyor. Böylelikle seyirci, olayları farklı bakış açılarıyla irdeleme fırsatı buluyor ve oyunculukların güzelliği, bu farklı bakış açılarını ileri bir seviyeye taşıyor.


Rob Morgan, Hap karakteriyle, Mary J. Blige ise Florence olarak müthiş ve oldukça inandırıcı bir ikili oluşturuyor. Garrett Hedlund, Jamie karakteriyle, karizmatik, cazibeli ve içkili gülümsemesiyle kontrol altına aldığı derin acıyı bire bir hissettiriyor. Kendine güvenine ve zekâsına rağmen, güçlü kişiliğini baskı altına almak zorunda kalan Ronsel karakteriyle Jason Mitchell harikalar yaratıyor. Carey Mulligan, çiftlik hayatına coşkuyla değil de kader üzerinden uyum sağlayan, aşık olmadığı ama evlilik ruhuna kapılıp evlendiği kocasına, anlayışlı ve çekici kardeşinin cazibesine rağmen sadık kalmaya çalışan Laura karakteri ile sade ama inandırıcı bir oyunculuk sergiliyor. Jason Clarke, Harry ile kaba ve sevimsiz olarak kardeşinin tam tersi bir karakter sergilerken diğerlerine göre oyunculuğu biraz daha zayıf kalıyor. Jonathan Banks ise Pappy karekteri ile fazlaca abartılı bir tonla oynamayı tercih ediyor.


Yönetmen, ‘Mudbound’ ile, Amerika’nın, bir yandan ülkenin kaderi için cephede savaşan siyahlara verilen mücadelenin bir bölümünü borçluyken, aynı kişilerin evlerine döndüklerinde büyük bir aşağılanma ve şiddetle karşı karşıya kalmalarına göz yummasını seyircinin karşına çıkararak, bu ikiyüzlülüğe bir ayna tutuyor.


Oscar’da görüntü yönetimi dalında adaylık elde eden ilk kadın olarak harikalar yaratan Rachel Morrison’ın ustaca kadraja alınmış pastel tonlu görüntüleriyle ‘Mudbound’, türünün örneklerine göre ilgi çekici ritmi ve farklı kurgusu, iç sızlatan derinliği ve kasvetli ama umut vadeden sonuyla mutlaka izlenmesi gereken bir yapıta dönüşüyor.


*Bu yazı Gözde Dikmen tarafından yazılmıştır ve izin almadan kullanılmamasını rica ederiz.

 
 
 

Yorumlar


© 2020 by Yalın Sinema

bottom of page