THE BALLAD of BUSTER SCRUGGS
- Gözde Dikmen
- 13 Şub 2021
- 3 dakikada okunur
(Dikkat spoiler/sürpriz bozan içerir.)
Klasik Hollywood sinemasından birçok sağlam yönetmen birçok sağlam iş çıkartmış, birçoğu şimdiki önemlerine Avrupalı eleştirmenlerin övgüleriyle gelmişlerdir. Daha yakın dönemlerde ise kendilerine özgü sağlam bir seyirci kitlesine sahip, Oscar gibi kemikleşmiş denilebilecek ödüllere aday olsalar da, stüdyolar tarafından fazla sevilmeyen ama Avrupalı eleştirmenler tarafından yere göğe sığdırılamayan, Cannes gibi prestijli ödüllerle kendi tarzlarını korumayı başaran birçok yönetmen mevcut. Kuşkusuz ki bunların arasında, film endüstrisinde beraberliklerinden ötürü ‘İki Kafalı Yönetmen’ olarak adlandırılan Coen Kardeşler de var.
30 yılı aşkın bir süredir film endüstrisinin içinde bulunan, Cannes’da yarışmayan veya gösterilmeyen pek fazla filmi olmayan Coen’lerin, filmlerinin temeline bakıldığında ‘Amerikan’ bir sinema yaptıkları açık ve nettir. Amerikan Klasikleri, Western, Film-Noir/Kara Film gibi birçok türe göndermeler barındıran filmleri bir ‘Ara Tür’ü işaret etmektedir.
Coen’lerin, tüm sinema türleri içinde ‘Western’ en sevdikleri tür olarak kabul edilebilir. ‘No Country for Old Men’ filmi ile ‘Western’ türünü günümüze taşımış, 1969 yapımı ‘True Grit’ filminin çok başarılı bir yeniden çevrimini yapmışlardı. Bu sefer Netflix için çektikleri son filmleri ‘The Ballad of Buster Scruggs’ ile ‘Klasik Western’ zamanında geçen ama üslupları yüzünden tam olarak da ‘Klasik Western’ sayılamayacak altı farklı hikâye anlatıyorlar.

Filmde ‘The Ballad of Buster Scruggs’ adlı bir kitabın içinde bulunan hikâyeler aktarılıyor. Seyirci hikâyeleri bağlayan sahnelerde bu kitabı görüyor ve hatta sayfaların çevrilişine tanık ediyor.
Klasik hikaye kitaplarında olduğu gibi, kitaba adını veren ilk hikaye, iyi bir silahşor olan Tim Blake Nelson’ın hayat verdiği Buster Scruggs adlı kovboyla ilgili. Güney aksanıyla kurduğu cümlelerle, suratından hiç eksilmeyen gülümsemesiyle, söylediği şarkılarla tam da bu tarz bir hikâye kitabında olabilecek bir tipleme ve kibrinin bir bedeli olabileceğini unutacak kadar da burnu büyük. James Franco’lu ikinci hikâye ‘Near Algodones’, şans ve ölüm üzerine ilerlemeye çalışan, Coen’lerin kendine has üslubunun oldukça bariz bulunduğu ama altı hikâye arasında en vasat olanı. Liam Neeson ve Harry Melling’in olduğu üçüncü hikâye ‘Meal Ticket’, hepsinin içinde görüntü olarak, hikâye derinliği olarak en başarılısı. Elleri ayakları olmayan gencin, bir gezginin elinde nasıl ticari bir eşyaya dönüştürüldüğünün çarpıcı bir örneği olan bu hikâye, anlatılanın evrenselliği ile zamansız ve mekansız bir tasvire dönüşüyor. Bu tasvirin ise birçok yeri muğlak olsa da kesinliği tüyler ürpertici. ‘All Gold Canyon’ adlı dördüncü hikâye, harika doğa manzaraları eşliğinde, Tom Waits’in canlandırdığı bir altın arayıcısının altın bulma sürecini anlatıyor. Geldiği cennet gibi yeri hunharca kazarak, aslında ‘Vahşi Batı’ söyleminin doğayla değil insan hırsıyla alakalı olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Beşinci hikâye ‘The Gal Who Got Rattled’, Stewart Edward White’ın ‘The Girl Who Got Rattled’ adlı öyküsünden esinlenilmiş. Bu vahşi dünyada, yeni yerler keşfetmek için yola çıkan bir konvoyda, Alice adlı genç bir kızın beklenmedik olaylarla bir başına kalması, bu sayede hayatı için ilk defa söz hakkına sahip olması üzerine gelişen trajik bir öykü. Görsel açıdan yine oldukça tatmin edici olan son hikâye ‘The Mortal Remains’, bilinmeyen bir yerde, bilinmeyen bir otele gitmekte olan posta arabasında yolculuk eden beş kişinin sohbetleri üzerine kurulu. Hepsinin kendileriyle ilgili farklı konulardan bahsettiği, önceki beş hikâye ile ilişkilendirilecek, felsefi derinliği olan gerçeküstü bir atmosfer seyirciye sunuluyor.

Filmin bu altı hikâyeden oluşan parçalı yapısı, ilerleyişi eşitsiz bir şekilde yapıyor. Bazı hikâyeler daha uzun bazıları daha kısayken, içerik anlamında bazıları daha derinlikli bazıları daha hafif kaçıyor. ‘The Ballad of Buster Scruggs’ Coen’lerin belki başyapıtlarından biri değil, fakat içinde farklı hikâyeler, farklı görüntüler barındırsa da, harika oyunculukları, parlak anları ile kısacası her şeyiyle tam bir Coen filmi ve sadece bu sebebi ile bile keyifli bir seyirliğe dönüşüyor.
PSİKESİNEMA MART – NİSAN 2019
*Bu yazı Gözde Dikmen tarafından yazılmıştır ve izin almadan kullanılmamasını rica ederiz.
Comments