top of page

THE SQUARE/KARE

  • Yazarın fotoğrafı: Gözde Dikmen
    Gözde Dikmen
  • 18 Eyl 2020
  • 3 dakikada okunur

(Dikkat spoiler/sürpriz bozan içerir.)

Kuzey Avrupalı Ruben Östlund, modern toplumdaki iletişim eksiklikleri üzerine söz söylemeyi seven ve bunu kendi deyimiyle ‘hiciv’ yoluyla yapan bir yönetmen. 2014 yılında ‘Force Majeure (Turist)’ filmiyle beklenmedik bir an ile test edilen aile bağları ve erkeklik hallerini ustalıklı bir mizah anlayışıyla hicveden Östlund, seyirciyi kendisine hayran bırakmış, Cannes Film Festivali’nde ise ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünde ‘Jüri Özel Ödülü’ kazanmıştı.


2017 yapımı ‘The Square (Kare)’ filmiyle Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kucaklayan Ruben Östlund, 1951 yılında ‘Mademoiselle Julie’ filmi ile Altın Palmiye kazanan Alf Sjoberg’dan 66 yıl sonra, İsveç’e bu büyük ödülü getiren ikinci yönetmen oldu.

Yönetmen bu sefer, sanat, sanat eseri, çağdaş sanat, sanatçı egosu, iktidar, suçluluk, güvensizlik, yoksulluk, etik, dayanışma, yardımlaşma gibi kavramları, kendine has hicivli üslubu ile öne çıkarmaya çalışıyor. Tam da bu sebeple ‘The Square (Kare)’ kavramsal film denilebilecek bir nitelik kazanıyor.


Filmin merkezinde Stockholm’deki saygın bir çağdaş sanat müzesinde küratörlük yapmakta olan Christian (Claes Bang) var. Müze ‘The Square (Kare)’ isimli yeni bir enstalasyon hazırlığı içindeyken, Christian bir sabah imdat çığlıkları atan bir kadına yardım edeceğim ama özünde kahraman gibi hissedeceğim diye oyuna gelip cüzdanını ve telefonunu çaldırıyor. Onun eşyalarını alma çabası ve sergi hazırlıkları iç içe geçerken, sadece günümüz sanatının değil, insan ilişkilerinin de sahteliğini gün yüzüne çıkartıyor.

Film ilk dakikalarında LED ışıklarla tarif edilmiş ‘The Square/Kare’ adlı sanat eserinin(!), müzenin önüne yerleştirilmesi uğruna, görkemli bir heykelin vinçlerle kaldırılışı, ardından düşüp parçalanmasına kimsenin tepki vermemesi, gerçek sanatın belki de yok oluşu ve günümüz sanat anlayışının bir tanımı niteliğinde.


Christian kendisiyle röportaj yapmaya gelen Amarikalı gazeteci Anne’e (Elisabeth Moss). ‘Şimdi çantanızı oradan alıp şuraya koysam, artık ona sanat eseri diyebilir miyiz?’ diye sorduğunda çağdaş sanat tanımını veya tanımsızlığını en yalın haliyle ifade ediyor. Anne’in bu soruya verecek bir cevap bulamayışı ve yaşadığı kafa karışıklığı ise tam da günümüz insanının çağdaş sanatla ilişkisine dair çok fazla şey söylüyor.


Östlund, çağdaş sanatla, onu yapan sanatçılarla, onu müzelerde/galerilerde sergileyenlerle, o müzelere para yatıranlarla ve tabii ki buralara gelip sanat eserlerini izleyenlerle, kıvrak zekayla yazılmış sahnelerde uğraşıyor, dalga geçiyor.

Tüm bunların dışında da ‘The Square/Kare’, son dönem Avrupa Sineması’nda sıklıkla kaçınılmaz olarak işlenen ‘mülteci’ sorununu da içine alıyor. Christian’ın çalınan eşyalarını geri almak için muhatap olmak zorunda kaldığı mülteciler, evsizler, dilenciler filmin vicdani kısmını oluşturuyor. Bu süreçte kendi yaşadığı sorunlar, eşyalarını geri almak için hayatını darmadağın ettiği mülteci çocuğun yaşadığı sorunların yanında bir hiç. Christian, yoksul mahallede herkesi hırsızlıkla suçlayacak kadar düşüncesiz ve bu eylemlerinin sonuçlarının çocuk dahi olsa bir insanın hayatına nasıl etki ettiğini umursamayacak kadar da bencil.


Christian ve müzede çalışan herkesin eşitlik anlayışını gerçekten anlamasının imkanı olmaması, buna karşılık ‘The Square/Kare’ adlı eserin sürekli eşitlik/ yardımlaşma kavramlarıyla sunulması oldukça manidar.


Tüm bu zekice planlanan göndermelerin/ hicivlerin yanında ‘The Square(Kare)’in en büyük sıkıntısı işlediği kavramlara dair çok fazla şey söyleme derdi. Zaman zaman sahneler o kadar birbirinden kopuyor ki zeki, komik ama birbirinden bağımsız skeçler izleniyor hissi uyanıyor. Filmin gereğinden uzun olması da bu hissi devam ettirir nitelikte.

Belki de en akılda kalacak sahnelerden biri Oleg’in (Terry Notary), müzenin destekçilerine verilen yemekli davette maymun performansı sahnesi. Davetlilere sunulan ve bir noktadan sonra rayından çıkan bu özel performans, modern insanın sabrının, korkularının, suskunluğunun, güce karşı boyun eğmesinin sınırları etrafında, hem filmdeki hem de beyaz perdenin önündeki seyirciyi teste tabi tutuyor. Bu güçlü sahneden sonra, yine güçlü bir sahne geliyor. Christian’ın çocuklarıyla birlikte eve geldiklerinde mülteci çocukla olan bu sahneler bir zirve anı oluşturuyor. Bu iki sahne seyircide bir final hissi uyandırsa da, film burada bitmiyor ve duygu durumu düşüşe uğruyor. Bu da seyircinin filmden kopmasına neden oluyor.


Danimarka’lı oyuncu Claes Bang, Christian rölüyle karakterinin burjuva özgüvenini, korkularını, ikilemlerini, erkeklik hallerini aktarmada olukça başarılı. Yıldızı gün geçtikçe parlayan Elisabeth Moss Amerikalı gazeteci Anne ile kısa ama akılda kalıcı bir performansa imza atıyor. En harika oyunculuklardan bir kuşkusuz ki mülteci çocuğa hayat veren Elijandro Edouard’a ait.


Ruben Östlund’un bir önceki filmi ‘Force Majeure (Turist)’e kıyasla ‘The Square (Kare)', günümüzün irdelenmesi gereken birçok kavramını, yer yer harika, yer yer zorlama ve kopuk sahnelerle anlatan bir film. Yine de sözü getirdiği yer ve orijinal yapısıyla Östlund’un kayda değer bir yönetmen olduğunu kanıtlar nitelikte.


PSİKESİNEMA OCAK – ŞUBAT 2018


*Bu yazı Gözde Dikmen tarafından yazılmıştır ve izin almadan kullanılmamasını rica ederiz.

Comments


© 2020 by Yalın Sinema

bottom of page