top of page

TRANSIT

  • Yazarın fotoğrafı: Gözde Dikmen
    Gözde Dikmen
  • 7 Şub 2021
  • 2 dakikada okunur

(Dikkat spoiler/sürpriz bozan içerir.)

2000’li yılların başlarında film çeken bir grup yönetmen, eski önemini artık yitirmiş ‘Alman Sineması’ için, o yıllarda (ve hala) birer kurtarıcı olarak görülürler. Sinema eleştirmenleri, onların yaptıkları işleri ortak bir ad altında toplamaya çalışır ve buna ‘Berlin Okulu’ derler. Bu akımın öne çıkan ve adı en çok duyulan yönetmenlerden biri Christian Petzold’dur.


Kariyerine TV filmleri çekerek başlayan Petzold’un, ilk uzun metrajlı sinema filmi 2000 yapımı ‘Die Innere Sicherheit’den başlayarak ‘Transit’e kadar filmografisi, kendine has tutarlılıkla günden güne yükselmeye devam etti.

ree

Alman edebiyatının önemli isimlerinden biri olarak kabul edilen Anna Seghers’in, otobiyografik ögeler de taşıyan, aynı adlı romanından uyarlanan ‘Transit’, dünya prömiyerini 68.Berlin Film Festivali’nde yaptı. Bu ilk gösteriminden bu yana da, sinema eleştirmenlerince o senenin en iyi filmleri arasında kabul edildi.


Yönetmenin ‘Baskıcı Zamanlarda Aşk’ adını verdiği üçlemesinin (ilki 2012 yapımı ‘Barbara’, ikincisi 2014 yapımı ‘Phoenix’) son halkası ‘Transit’, 2.Dünya Savaşı sırasında Marsilya’ya sığınan ve buradan başka ülkelere gitmeye çalışan mültecilerin hikayesini anlatıyor. (Üçlemenin ilk iki filmi de ‘Transit’ romanından esinlenerek ortaya çıkmış.) Bu filmi, 2014 yılında hayatını kaybeden, filmlerinin senaryolarını birlikte yazdığı Harun Farocki’ye adadığını söyleyen Christian Petzold’un, ‘Transit’te tarihi temsil etme biçimi oldukça yaratıcı.


Fransa faşistlerin işgali altındadır ve bu işgalden kaçan Georg (Franz Rogowski), Meksika’ya iltica etmek için rastlantı sonucu eline geçen, ölmüş olan ünlü yazar Herr Weidel’in evraklarıyla birlikte Marsilya’ya gider ve istemeden de olsa, o yazarın kimliğine bürünür. Hakkında hiçbir şey bilmediği bir yazarın yerine geçen Georg, ülkeden ayrılma mücadelesinin yanında, yazarın karısı, onun sevgilisi, ölen bir diğer arkadaşının karısı ve çocuğu, diğer mültecilerle olan ilişkileri de onun serüveninin bir parçası olur.

ree

Ölmüş bir yazarın kimliğine bürünen Georg, kocasını sürekli sokaklarda arayan Marie (Paula Beer), güzel giyinip, lezzetli bir yemek yedikten sonra bir anda kendini yüksek bir yerden atan köpekli kadın gibi olaylar, filmde, savaşın/faşizmin, insanları nasıl ölüme sürüklediğinin yanı sıra, onları kimliksizleştirerek yaşayan ölülere dönüştürmesini de gösteriyor.


Romanın geçtiği tarih 1942 olsa da, filmin en güçlü yanı, bu tarihi bir kenara bırakıp hikayeyi zamansızlaştırarak evrensel bir dil oluşturması. Tüm karakterler, romandakine yakın repliklerle, 1940’ların gerçekliği içinde konuşsalar da, mekanlar, kıyafetler, kullanılan çoğu araç gereçler şimdiye ait. Günümüz Marsilya’sında çekilen filmde karakterler, günümüz kafelerinde, otellerinde buluşuyor, duvarlarda bugünün mücadelelerinin sloganları görünüyor, günümüz polisleri ve araçları şehrin sokaklarında boy gösterirken, konsoloslukta elektronik sıra numaraları yanıyor.


Christian Petzold, bu filmde böylesi bir anlatımı tercih etmesinin sebebi olarak, günümüzde insanların, geçmişteki insanlara göre kendilerini daha ileri bir konumda ve daha özgür görmelerini gösteriyor. Yönetmene göre, bugünün özgürlüğü sadece ne tüketeceğini belirleme özgürlüğünden başka bir şey değil. Günümüzde tüm dünyayı kuşatan, mülteci krizi, yabancı düşmanlığı, aşırı milliyetçilik sorunları 2.Dünya Savaşı zamanından çok da farklı değil, hatta daha şiddetli. Petzold’da tam da bu yüzden, filmin zamansızlığıyla seyircinin beyaz perde de gördüğünü, geçmişte kalmış, olmuş bitmiş gözüyle bakmasını engelliyor.

ree

Yönetmen Georg karakterini, filmin en başından itibaren üst üste yaşadığı olaylarla büyüyen, gelişen ve olayların sonucuyla şekil alan bir karakter olarak sunuyor. Bu karakteri başarılı bir şekilde aktarmasında kuşkusuz ki Franz Rogowski’nin yalın ama güçlü oyunculuğunun rolü büyük.


Christian Petzold, ‘Transit’ filmiyle, büyük bütçeli setler/dekorlar inşa etmeden de, tarihi kostümler tasarlamadan da tarihten söz edilebileceğini ve bunu yaparken de geçmiş ile günümüzü ayırmak yerine birleştirilebileceğini gösteriyor. Bu birleştiriciliğiyle de geçmişte kaldığı sanılan milliyetçilik ve yabancı düşmanlığının da hala sürdüğünü anımsatan bir başyapıta dönüşüyor.


PSİKESİNEMA KASIM – ARALIK 2018


*Bu yazı Gözde Dikmen tarafından yazılmıştır ve izin almadan kullanılmamasını rica ederiz.

Yorumlar


© 2020 by Yalın Sinema

bottom of page