YOU WERE NEVER REALLY HERE
- Gözde Dikmen
- 9 Kas 2020
- 3 dakikada okunur
(Dikkat spoiler/sürpriz bozan içerir.)
2011 yapımı üçüncü uzun metrajlı filmi ‘We Need to Talk About Kevin’ ile hatırı sayılır bir hayran kitlesine ulaşan İskoçyalı yönetmen Lynne Ramsay, 6 yıl gibi uzun bir aradan sonra dördüncü filmi ‘You Were Never Really Here’ ile geri döndü.

Jonathan Ames’in aynı adlı romanından uyarlanan filmin senaryosu yönetmene ait. Konusu nedeniyle 20.yüzyılın ‘Taxi Driver’ı denen film, 70.Cannes Film Festivali’nde Lynne Ramsay’e ‘En İyi Senaryo’, Joaquin Phoenix’e ise ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödüllerini kazandırdı.
‘You Were Never Really Here’, Afganistan veya Irak olarak düşünebilecek bir yerde askerlik yapmış, yaşlı annesiyle yaşayan Joe’nun (Joaquin Phoenix), travmalarla dolu çocukluğundan şu ana dek, zihnine kazınan rahatsız edici görüntülerin eşliğinde, yaşama karşı hayatta kalmasını konu ediyor.
Kiralık katil olan Joe’dan, Senatör Votto’nun (Alex Manette) seks kölesi olması için kaçırılan küçük kızı Nina’yı (Ekaterina Samsanov) bulması istenir. Onun için basit gibi görünen bu iş, senatörün öldürülmesiyle farklı bir boyuta girer. Konu itibariyle klişe bir aksiyon gibi görünse de, seyirciye adeta bir bilmece sunan ve bu bilmeceyi çözecek ipuçlarını verip vermediğini önemsemeyen film, bu anlatı yapısıyla oldukça farklı. Yoğunluklu bir biçimde parçalı olarak gösterilen geçmişe geri dönüşler, filmin sağlam temelini oluşturuyor.
Vücudundaki yaralar aslında zihnindeki yaraların dışa vurumudur Joe’nun, şiddete meyilli güçlü yapısının arkasında naif bir ruhu vardır, soğukkanlılıkla bir adamın kafasını çekiçle parçalar ama çocukken ve askerlikte yaşadığı/gördüğü şiddet yüzünden dakikalarca ağlar. Dışarıda yüzü hep ciddidir ama annesinin yanında daha şefkatli bir yüze bürünür, hatta gülümser. Evden çıkarken kapıyı her zaman kilitler, çünkü çocukken babasının şiddetinden koruyamadığı annesini korumak istemektedir. Aslında Joe karakterinin, gerçek ve zihin karmaşası arasındaki yolculuğu, şiddetin anatomisidir.

Bastırılan şiddet anları, ekranda ve dolayısıyla Joe’nun zihninde sadece birkaç saniye belirir ama bunun Joe’daki etkisi azımsanmayacak kadar yoğundur. Benliği travmalarla kaplanmış durumda, ürkütücü sayılabilecek kayıtsız anlarının ardında, güçlü bir öfke duygusu vardır. Yükü oldukça ağır ve rahatlamak için seçtiği tek yol kafasına bir poşet geçirip, ağlayarak kendini boğmaya çalışmaktır. Yine de bunu asla bir sona ulaştıramaz çünkü ne olursa olsun bu hayatta bir amacı vardır: annesiyle ilgilenmek. Belki de aslında bilinçaltında ölmek bile istemez çünkü ölüm bir yok oluştur. Bu anlamda Joe’yu kendisi için çıkış arayan, varoluşsal bir çaba içinde düşünmek mümkün. Dolayısıyla annesinin hayatından çıkışı Joe’yu yine ölüme sürüklemez, dener ama vazgeçer çünkü yaşamak için yeni bir amacı vardır: Nina. Tam bu noktada yönetmen Ramsay, Joe’nun bu amaca yönelik verdiği kararını, göldeki şiirsel denilebilecek sahne ile görselleştiriyor.
Filmde Ramsay’ın en büyük yeteneği, twist bir sonla seyirciyi ters köşeye yatırmaktan ziyade, kurguyu fazlasıyla gerçekçi, zor tahmin edebilecek bir şekilde kullanması oluyor. Bu yönüyle filmin sonu; tek kelimeyle bir uyanış anı. Sinemada çok fazla rastlamayacak bir çarpıklıkla, izleyiciyi de şoke eden bir rüya/hayal sekansıyla, kurtarıcı yani Joe, kurtarılan karaktere evriliyor ve yeniden hayat buluyor. Zaten, Joe’nun kaçırılmış bir kızı nasıl kurtardığından çok, bu eylemin ona ne ifade ettiği filmin asıl odak noktasını oluşturuyor. Bu yüzden bu son, filmin tam da amaçladığı şeyi veriyor.

Joe ile seyircinin empati kurup kuramayacağı tartışılır ama buna rağmen inkar edilemeyecek en büyük şey kuşkusuz ki Joaquin Phoenix’in birden çok sıfatla tanımlanabilecek müthiş performansı. Fiziksel görünümünden adeta güç alan, mutsuz, intihara eğilimli, tekinsiz psikolojisini her an tutan, abartıdan olabildiğince uzak, minimal ve tüm filmi dolduran bir performans bu. Bundan dolayı film bittiğinde, sanki tüm filmde sadece Phoenix varmış gibi bir yanılsama oluşuyor seyircide. Yönetmenin de kesinlikle asıl amacının bu olduğu aşikar. Bu harika performansı, fotoğrafçılık geçmişi de olan Ramsay, kamera açılarıyla ölümsüzleştiriyor.
Yönetmen, kullandığı anlatım tekniğiyle, hikayedeki her ayrıntıyı, her karakteri tek bir yerde harmanlıyor. Bunu yaparken bazen birkaç saniye süren hızlı geçişler, bazen de uzun ve etkileyici sahneler kullanıyor. Bu şekilde filmin kendi ritmi oluşuyor. Oldukça usta işi görüntü yönetmenliği ve kurgunun yanı sıra, Jonny Greenwood’un hazırladığı müzikler, filmin anlatım yapısına ve dinamiğine birebir uyum sağlıyor.
Tüm bunlar göz önüne alındığında ‘You Were Never Really Here’, neyi, ne şekilde, ne zaman anlatmak istediğini bilen, izlenmeye değer bir film.
PSİKESİNEMA TEMMUZ – AĞUSTOS 2018
*Bu yazı Gözde Dikmen tarafından yazılmıştır ve izin almadan kullanılmamasını rica ederiz.
Comments